Ikiru: Hayat Kısa, Aşık Olun Bakireler!

Hayata niçin geldiğimizden daha popüler bir soru varsa o da öyle ya da böyle bir şekilde edindiğimiz bu hayatla ne yapacağımız sorusudur. Fakat sorunun popülerliği sizi yanıltmasın. İnsanların aksine sorular, popüler olmayı pek istemezler. Bir soru ne kadar yaygınlaşmış ve herkesçe tartışılır olmuşsa, cevaplanamazlığıyla o kadar nam salmış demektir. Karmaşıklık sorular için cazibe dışı, kötü bir şöhrettir. İtibarlarını sarsar, onları deyim yerindeyse herkesin bir diğerine pasladığı oyuncak bir topa dönüştürürler. Rahatımızı bozup kendimizi çözülmez uğraşların peşinde koşturmayı hangi birimiz isteriz ki? Böyle sorular birkaç dakikadan fazla elde tutmaya gelmez. Mutlaka paslayacak birileri bulunur.

Ikiru incelemesi
Ikiru

Benim diğerlerinden hiçbir farkım yok. Ben de popüler bir soruyla uğraşacak cesareti kendimde bulamıyor ve soruyu bir başkasına yöneltmeyi seçiyorum. Ama size bir iyilik yapacak ve soruyu kime yönelttiğimi iyi seçeceğim.

Bu soruyu bugün benim için Akira Kurosawa cevaplamaya çalışacak. Onun bir hayatla ne yapılacağı sorusuna adadığı bir filmi var. Filmin adı soruya rağmen pek anlaşılır ve sade: İkiru. Japoncada yaşamak anlamına geliyor.

Film yaşamayı bilmeyen bir adam hakkında. İronik, değil mi? Lakin ironinin gücünü küçümsememek lazım. Kurosawa gibi usta ellerde ironi, sözün en etkili silahına dönüşebilir. Nitekim yaşamayı bilmeyen Watanabe-san'la tanıştıktan çok kısa bir süre sonra ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Watanabe-san kendisini işine adamış bir memur. Fakat böyle demek onun için ne kadar doğru olur, bilemedim şimdi. İç dünyasının meylini bilemeyiz tabii ama bildiğimiz bir şey var: Meslekte otuz yılını tamamlamış. Ve üstelik otuzuncu yılın son gününe kadar hiçbir gün işe gitmemezlik yapmamış. Öylesine örnek bir çalışanmış ki üst üste konan kağıt parçaları gibi devrileyazmış bir bürokraside bile, hiyerarşinin izin verdiği yere kadar dikkatli adımlarla yükselmesini bilmiş. Belediyenin iç içe geçmiş görev alanlarında, kendi çalıştığı kısmın amiri olmuş.

Çabasıyla herkesin takdirini toplamış desek, yalan olur. Kendi çalıştığı kısım olan Halkla İlişkiler'de bile kimse onun gerçekten ne iş yaptığını bilmiyor. O sadece çok önemli bazı belgelere ivedilikle mühür basmakla meşgul, kafasını masasından kaldıramayan biri. Diğerlerine nazaran belediyenin boğuk havasına daha uzun süre sabrettiği ve aslını kurcalamadan iş görmede ustalaştığı için kendine ait bir masası var, o kadar.

Aslına bakarsanız, Watanabe-san da ne iş yaptığını tam olarak bilmiyor. Bazı belgeleri onaylıyor ama, sonraki süreçte ne olup bitiyor? Kısım amirinin onayı ne anlama geliyor? Onaylamasa mesela, kaçsa gözünden birkaç belge, ne değişir? Bunun ne gibi bir sonucu olur işleyiş üzerinde? Ya da, bir sonucu olur mu? Herhalde o bunları hiç kafasına takmıyor. Ama eylemlerinin sonucunu düşünen çalışanlar var. Onlara bürokrasinin sorgulamaksızın işlemesi gereken emir talimat zinciri, adeta bir hücreyi andırıyor. Kendilerini belediyede tutsak sayıyor, oraya ait olmadıklarını bilmelerine rağmen yaşamın bazı mecburiyetlerine boyun eğiyorlar. İşte bu çalışanlardan bir tanesi, bezgin solukları neşesiyle yaran bir genç kız, filmin başlarında bize bir fıkra anlatıyor. Anlattığı fıkra, Watanabe-san'ın ve belediyedeki diğer çalışanların düşünmesi muhtemel sorulara bir cevap niteliğinde:

-Tatile bile çıkmadığını duydum. Neden, belediye sensiz işleyemez mi? 
-Hayır, çünkü herkes belediyenin bana ihtiyacı olmadığını anlar.
Size ihtiyaç duyulmayan, siz olmasanız da var olacak olan bir yerde otuz yıl geçirmek. Kulağa korkunç geliyor değil mi? İşte Watanabe-san yirmi dokuzuncu yılını tamamlamak üzereyken midesine saplanmış bir ağrıyla cebelleştiği sırada duyduğu bu fıkranın içerdiği fikirden çok etkileniyor. Ve tam da otuzuncu seneyi devriyesine gireceği zamanda, bir gün bile izin kullanmamış olan bu adam, belediyenin onsuz işleyebileceğini fark ediyor. Kaç aydır ertelediği midesini bir doktora göstermeyi, sağlığıyla ilgilenmeyi kendisine reva görüyor. Ertesi gün işe gitmiyor.

Ikiru film incelemesi
Ikiru İncelemesi

O da ne! Kanser bütün midesini kaplamış. Doktorların değil ama bekleme salonundaki bir adamın söylediğine göre altı aylık ömrü kalmış. Adam, doktorlardan daha ikna edici. Çünkü onlardan bir adım önde. Çaresi olmayan bir hastalığa karşı yapılacak hiçbir şey olmayınca bu durumu itiraf etmenin doktorlara zor geldiğini biliyor, neyi söyleyeceklerini öngörüyor.

Sanki uzun süredir hissettiği bir şeye inanmak için fırsat kolluyormuşçasına, Watanabe-san ona altı aylık ömrünün kaldığını söyleyen bu adamdan şüphe etmiyor. Çaresiz, gelmekte olan gerçeğiyle yüzleşiyor: Ölüm.

Ne yapacak? Bundan sonrası nasıl olacak? Ölümle nasıl yüzleşilir?
Ölüm bir karanlıktır. Bunu bilen Watanabe-san evine gidiyor ve ışıkları yakmadan oturup beklemeye başlıyor.

Bir yüzleşme kolay gerçekleşmez. Hele ki yıllar tozlanmışsa içinizde. Watanabe-san için de bu iş kolay olmuyor. Bir de çocukları gelip düşüncesizce bölüyorlar tefekkürünü. Aşağıya inip odasına kapanıyor. Fakat bu defa ışığı açıyor. Sanki karanlık zıddı olan ışıkla daha net görülebilirmiş gibi. Evet, her şey zıddıyla ön plana çıkar. O da böyle yapmalı. Ölümle yüzleşmek istiyorsa önce yaşamı düşünmeli.

Lakin Watanabe-san'dan bahsediyoruz. Onun yaşamı bir yaşanmışlık içermiyor. Anlamsız bir koşuşturmaca onunkisi, daha çok. Ama nadiren de olsa, koşmadığı anlar var. Bunlar onun hayatta olduğunu hissettiği, istisnaen yaşadığı anlar: Bu anılarda oğluyla beraber. Onun gençliği, beyzbol oyunu, asker yolculaması ya da o ameliyat geçirmeden hemen önce. Yaşamından geriye bu kalmış: Oğlu.

İşte bu, çektiği mide ağrılarından daha acı verici. Çünkü oğlu onu umursamıyor. Onun tek derdi, vakti geldiğinde babasının emekli ikramiyesine konarak birlikte yaşadıkları şu eski Japon evinden kurtulmak. Yarın bir gün Watanabe-san evden gidecek olsa, babasının nereye ve niçin gittiğini bilmez. Nitekim öyle oluyor. Watanabe-san bir hayatın nasıl yaşanmaması gerektiğini iyice anladıktan sonra evini terk ediyor. Oğlu, bu durumdan ancak birkaç gün sonra endişe duymaya başlayacak fakat elinden hiçbir şey gelmeyecek.

Ölüm yakın. Watanabe-san'ınsa elinde kıymet bilmeyen bir oğul ve hayatını boşa harcamanın pişmanlığından başka bir şey yok. Birkaç ayı da kalmış olsa, bir şeyler yapmalı. Gitmeden nasıl yaşanacağını öğrenmeli. Yaşamadan ölmemeli. Neyse ki tam bu noktada filme bir Mefistofeles dahil oluyor. Mefistofeles'i bilirsiniz, Goethe'nin Faust'undaki şeytandır kendisi. Mitolojik bir antikahramandır aynı zamanda. Ana kahramanı yoldan çıkmaya teşvik eder.

Watanabe-san için ayrılacak bir doğru yol kalmamış gibi görünüyor. Bu zamana kadar eylemlerini yöneten doğruları onu kendi cehenneminden başka nereye götürdü ki sanki? Şeytanın onu davet edeceği yer, kendi cehenneminden daha kötü olamaz.

Mefistofeles, acemi bir roman yazarı aslında. Güzellikten anlıyor, duygulara önem veriyor ve eğlenmesini biliyor. Birlikte geceleyin şehre karışıyorlar. Işıklı tabelaların altından geçiyor, hareketli insanlara çarpıyorlar. Bir tavernaya gidip oturuyor, dans eden insanları izliyorlar.

Kahramanımız böylece yaşama dokunuyor ilk defa: Işığa, harekete ve sese. Yaşam onun kalbinden geçiyor ve geçerken ardında bir melodi bırakıyor. Watanabe-san yaşamın melodisini mırıldanmaya başlıyor usulca.
Hayat kısa, aşık olun bakireler!
Solmadan dudaklarınızdaki gül gonca.
Sizler ki yarını bilmezsiniz, aşık olun!
Durulmadan içinizdeki tutku dalgaları.
Akira Kurosawa böyle cevaplıyor soruyu. Ona ve aşkı ya da tutkuyu unutmuş Watanabe-san'a göre bu hayatla yapılacak en iyi şey, ona aşık olmak.

Watanabe-san'ın yolculuğu burada bitmiyor. İkiru 2 saat 23 dakikalık bir film. Onun, hayatının son altı ayını nasıl geçirdiğini merak edenler, şayet siyah beyaz filmlerden de hoşlanıyorlarsa filmin tamamını izleyebilirler. Benim niyetim; bir soruya, elde tutmaya gelmez bir soruya değinip kaçmaktı nihayetinde.

Sabrı olan nostaljiklere iyi seyirler şimdiden!
Hanne Geyik

Yazarak düşünüyorum.

10 Yorumlar

  1. Hanne Hanne Hanne! Sen ne yaptın böyle. Bu yazıyı şöyle nitelemek istiyorum. "Filmi senin cümlelerinde tekrar izlemek." Keşke filmi bu yazıyı okuduktan sonra izleseydim dedim içimden. Bu bakış açısının etkisiyle. Cevaplanamazlığıyla ünlenmiş o soru her günümde her anımda. Cevabı da ayan beyan aslında fakat biz illaki kaçınıyoruz cevaplamaktan. İnsanın kendine dürüst olamamasının zorluğu ne acı. Bir yandan da bu gerçek bırakmıyor yakamızı. Bir zamanlar hep derdim. "Çünkü istiyorum yaşamak!" diye. başı görünmez bir cümle gibi. İçim biliyormuş başını demek ki.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rukiyecim, senin nitelemelerin öncesiyle de sonrasıyla da benim için çok değerli. Filmi izlemeden nasıl nitelendirirdin, bir merak etmedim değil. Ama izleyip de yorumlaman kritik bakabilmeni de sağlıyor yazıma. Ve o soru, Rukiye. Önemli bir sorudur, yanında taşıman çok iyi. İnsanoğlu nisyan ile malul, arada unutuyoruz bildiklerimizi. Ama senin gibiler, hatırlayacaktır :)

      Sil
  2. Bu film üç dört yıldır izlenecekler listemde. Ancak uygun anı kolluyordum. Uygun an ne zaman gelecek bilmesem de, bekletiyordum. İncelemeniz çok güzeldi. Uygun an bu yıl galiba. :)

    YanıtlaSil
  3. Çok özür diliyorum. Adamın kanser olduğunu öğrendikten sonra yazıyı bıraktım. Film bende var ve izlenmeyi bekliyordu. Sürprizi kaçmasın diye bıraktım. Giriş harikaydı, sonraya bırakmama kararını aldırdı bana. Filmi de hayatı da ertelememek lazım :) Teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Film adamın kanser olduğu bilgisiyle başlıyor merak etmeyin :) Sürprizi kaçırmamaya dikkat ettim, asıl önemli kısmı seyirciye bıraktım. İlk sahne tam olarak şöyle: "İşte bizim kahramanımız, henüz kanser olduğunu bilmiyor"

      Sil
  4. Watanabe-san’ın filmin geri kalanında ne yaptığını merak ettim bak :)

    YanıtlaSil
  5. Çok merak ettim filmi. İzlenecekler arasına alayım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. BBC de almış: https://www.bbc.com/turkce/vert-cul-46022845 :)

      Sil